O gün, seni doğduğum odada zeytin dalları serpiştirilmiş çarşaflar altında ebedi uykuna dalmış görünce “zeytin yaprağında, ay ışığı dondu” demiştim. Çok çok eskilere gidivermişti belleğim:
“Baba bu ne?”
“Delice…”
Bir dağ yamacındaydık. Hava ayaz. Kazmayı delice köklerine vurdukça ‘Hıhh!’ diye bir ses çıkarıyordun. Kazmayı daha güçlü sallamak için böyle bir ses çıkarmak gerek, diye düşünmüştüm.
“Baba deliceleri ne yapacağız?”
Kazmayı bırakıp başımı okşamış, anlıma kocaman bir öpücük kondurmuştun.
“Nasırlı eller çocukları daha içten okşar, ter kokulu babalar, daha bir sevgiyle öper oğullarını” değil mi?
“Bu deliceleri götürüp tarlamıza dikeceğiz. Sonra onları aşılayacağım. Akıllı olacaklar.”
…
Hava ayaz yine. Tarlanın sağında solundaki su birikintileri buzlu cam. Toprak betondan sert.
Bir heykeltıraş gibi ışığı gölgeyi, güneyi kuzeyi ölçe biçe açtığın çukurlara deliceleri tek tek yerleştirirken;
“Bu ağaç var ya bu ağaç, ölmez… İnsan ölümsüzlüğü istiyorsa, birincisi, iyi evlât yetiştirmeli, ikincisi zeytin dikmeli.” demiştin.
Çocuk aklım ikincisini almamıştı. Bunun fark edip devam etmiştin:
“Zeytin, cennet meyvesidir. Hazreti Adem ölünce, oğlu Şit, cennet bahçesinden aldığı üç tohumu babasının ağzına koymuş ve onu öyle gömmüş. Zamanla bu üç tohum yeşermiş zeytin, çam (sedir) ve servi ağaçları olmuş.”
Havalar ısınırken fidanların her biri delicesine filizlenmişti. Sen, her sabah tek tek selâmlıyordun onları. Yaz boyunca kuyulardan, derelerden kova kova sular taşıyarak onlara birlikte can suyu vermiştik.
Sevgiyle büyütmüştün, hem fidanlarını hem bizi.
Bu göz aşısıdır, bu da kalem aşısı derken meyveye durmuştu ağaçlar. Yeşil taneler şiir: “Sıksan ağustosta yağı çıkar.”
Önce sepetler dolusu, sonra küfeler, derken avlular dolusu zeytin, küpler dolusu zeytinyağı…
“Artık sizi, daha iyi okullarda okutabilirim.” demiştin.
Biz oğullar geleceğe, artık daha bir güvenle bakıyorduk. Bağsa bağ, bahçeyse bahçe… Nuh’un güvercinin, ağzında zeytin dalıyla dönmesinin gerekçesini iyi biliyorduk. Olimpiyat kahramanlarının, zeytin dalından taçlarla onurlandırıldığını, hatta Antik Yunan’da yedi bilgeden biri kabul edilen Solon’un Kanunları arasında zeytin ağacı kesenlere ağır cezalar uygulandığını da öğrenmiştik.
Yaşın, 60’a dayanmıştı. Bir gün devlet, sana: “Zeytinliklerini istimlâk ettim.” deyivermişti.
Kaşla göz arasında tel örgülerle çevirdikleri zeytinlerini sevip konuşmak istediğinde; “Yasak hemşerim, devlet malıdır.” deyip bahçene girmene bile izin vermemişlerdi.
Sen ki “kuşun kurdun da hakkı var der, her hasat mevsiminde dalda meyve, tarlada başak bıraktırırdın.” Oysa ona göz hakkı bile bırakmamıştı bu devlet.
Bu, ne yaman bir fırtınaydı?
Emek emek yetiştirdiğin ağaçları bir bir devrilmiş, yerlerine kömür rayları döşenmişti.
Bu ne yaman bir yangındı?
“Zeytin ağacının yanışı, başka ağaçlara hiç benzemez. Mübarek sanki için için ağlar. Sonra ikiye yarılır. Tıpkı bir yürek gibi” derdin. Kendini anlattığını, nasıl da anlamamışız.
Gücün yoktu eskisi gibi: ama sen zeytine inanıyordun. Emeğin ve üretmenin düşmanlarına inat, ölmez ağaçla ölümsüzlüğe ulaşmaya kararlıydın. Bu yüzden, yeni kıraçları bitek yapmaya harcadın kalan ömrünü. Ayakların tutmaz olsa da ellerini ayak yaptın. Yeni deliceleri zeytin yaptın. Bize emeğe, hakka saygıyı öğrettiğin gibi zeytinlerine de termik santralin zehrine direnmeyi öğrettin.
Sen giderken Yunus gibi;
“Geldi geçti ömrüm benim
Şol yel esip geçmiş gibi
Hele bana şöyle geldi
Şol göz yumup açmış gibi” demedik.
Hoşgörünün ve barışın bilgesidir deyip seni başı zeytin dallı tabutla taşıdık. Cennet meyvesinden ayrı düşmesin deyip toprağına zeytin çekirdeği diktik.
***
Canım babam, sen gideli on iki yıl oldu. Bu çağ, barbarlık ve haramilik çağı. Sana onca acıları yaşatanlar, bugün dünden daha hoyrat, daha acımasız…
Ömründe tek ağaç dikmemiş, tek fidana su vermemiş kutsal değer tacirleri dün zeytin için yine bir karar aldılar. Artık dağlarımız dört mevsim gümüşi yeşil delicelerine sonsuza dek hasret kalacak. Alakargaların, sığırcıkların gagalarında zeytin tanesi göremeyeceğiz. Karatavuklar, baharlarda ıslık çalacakları zeytinlikler bulamayacak.
Canım babam, biliyorsun hep bize sunduğun değerlerin ışığında bedel ödeye ödeye yaşadım. Yaşadıklarımızı yazdım, yazıyorum, yazacağım. Sana bu mektubu yazmamın nedeni, bu coğrafyanın acılarını, aynı zamanda tarihin belleğine nakşetmek.
Sen, umudu diri tutmak ve azmin gücünü anlatmak için sık sık: “Düştüğün yerden bir avuç toprakla kalkmasını bileceksin.” derdin. Ben de onca yokluk içinde yeni bir devlet kuran bu halkın da yaşananlardan dersler alarak yeniden ayağa kalkacağını biliyorum.
Hamdi Topçuoğlu